“Ey gönül! Cânına üflenen nefhâ ile yan da kavrul!
Amma lâle gibi ol ki, hâlinden sadece ‘yâr’ haberdâr olsun.”
— Mevlânâ Celâleddin Rûmî
Süphan Dağı’nın eteklerinde yan uzre yatan bir çoban var. Gözlerinizi kapatın, işte öyle bir gece. Surlarla çevrili koyun yatağında gecenin karanlığı ve sessizliğinde korku basıyor genç adamı. Kurtlar sarıyor surların etrafını sinsice. Köpekler uzunca ve sinirli bir şekilde durmaksızın havlıyorlar.
16 yaşındaki genç adam, kulübesinden çıkıp seslere kulak veriyor. Etrafa uzunca baktıktan sonra yatağını yere seriyor, sonra el feneriyle iyice etrafı kontrol ediyor. Ve baktığı her kenarda yanan gözler görüyordu. Anlamıştı, kurtların koyun yatağını sardığını. Köpekler olduğu için biraz daha rahattı ve sonra yatağına geçip uzandı. Köpek sesleri hiç durmuyordu. Gittikçe Süphan Dağı ürkütüyordu genç çobanı. Uzandığı yerden gıcırtı geliyordu. Kendi çıkardığı gıcırtı bile onu derinden korkutuyordu. Zaman, korku teri akıtıyordu çobandan. Zaman, onu hayatında ilk defa korkunun gerçek yüzüyle karşı karşıya getirmişti. İlk defa bu kadar çaresiz hissetmişti kendini.
Öğleden sonra saat beşte, köyden koyunları sürüp dağa getirirken de çok huysuz bir üzüntü vardı içinde. Sebepsiz bir üzüntüydü, anlam veremediği. Koyunları gece saat dokuza kadar otlattıktan sonra, birçok kez kurt saldırısı olduğuna rağmen, kurtlara koyunları yem etmeden koyun yatağına götürmüştü. Karanlıkta koyunlar çok güzel otlanır ve yemeğin derdine düştükleri için kendilerinden habersizdirler. Kurtlar ise yere yapışıp sürüne sürüne gelirler; fark etmesi güçlük çeker. Gece sadece ışık yakarsan gözlerinin yandığını fark edersin, onun dışında fark etmen çok zor. Yere yapışıp sürüne sürüne gelip saldıracağı koyunu iyice bir bakar, ani bir hızla boynunu tutar ve sırtına biner. Böylelikle koyun korkudan koşmaya başlar. Koyun sürüsü ise korkudan birbirine girer. Her biri ayrı bir şekilde aniden şaşkınlık geçirir. O zaman anlarsın kaptırdığını.
Sonra ateş yakmıştı, koyun geldiği zaman. Önce güzel bir abdest aldı. Yatsı namazını kıldı. 25 estağfurullah çekti. “Kalben niyet ettim Allah rızası için çay yapmaya,” dedi. “Bismillah,” deyip sağ elle su doldurdu. Su dolarken salavat getirdi. Çayı demliğe koyarken, “Fatıma anamızın eli olsun,” dedi. Ateşi yakarken, “Su ateşin suyu kaynattığı gibi Allah’ım sen de bizim kalbimizi aşkınla pişir,” diye dua etti. Bardaklar hazırlarken bir bardak fazla koydu; sevgili için gelir diye… O gelmese muhabbeti gelir diye… Çayı normal demlersen çay içersin. Böyle demlersen muhabbet içersin.
Ve öyle huzurlu bir an geçirmişti ki, içindeki üzüntüler yok olmuştu. Çay içerken, her yudumdan sonra peygamberle konuşuyormuş gibi hareket ediyordu.
Yattığı yerde gıcırtı onu çok korkutuyordu. Köpekler hiç durmuyordu. Çok garip bir geceydi. Zaman çok farklı akıyordu. Biraz zaman geçtikten sonra duruldu ortalık. Durulmadan sonra genç adam uykuya dalmıştı. Çok garip bir uykuydu bu.
Yan uzre yatan genç adam büyük bir odanın içerisinde buldu kendini. Tam köşede yatan bir adam vardı. Odanın dört bir tarafında yatan insanlar vardı. Bir hastanenin odasındaydı ve en köşede babasını fark etti. İlk önce inanmadı, sonra yaklaştıkça korku teri akıtıyordu alnında. Babasına iyice yaklaştıktan sonra; “Baba!” dedi. Bu öyle basit bir “baba” deyişi değildi. Bu baba deyişi, yoksulluk, kimsesizlik, babanın dağ gibi olduğunu anımsatan yanık bir sesti. Çünkü babası hastaydı; ismini bilmem, şu hani çok büyük hastalık olan var ya… İlacı olmayan hastalık: Kanser… Hastanede yatmaktaydı.
“Baba iyi misin? Baba kurban olayım ellerine, neden bu kadar solgun?” Babası konuşamıyordu. Sadece oğluna bakıp gözlerinde öyle bir şefkat, öyle bir sevgi vardı ki, göz yaşlarına karışıp akıyordu. Zaman çok farklı akıyordu.
Öncesinde; önceki günde evde yatağında uzanırken, genç çoban babasının yanına gidip: “Baba ben gidiyorum, koyunları sürüp dağa götürmem lazım. Alâlem bırakmıyor. Yoksa kalacaktım yanında,” deyince babası ağlamıştı. Küçük çoban da ağlamıştı; daha 17 yaşındaydı. Babasının ellerini öptü. Tam gidecekken babası, “Bir daha öp oğlum,” deyince zaman durmuştu o an. Azrail’e küs olmuştu küçük çoban. “Şimdi zaman mı, kendini babama gösteriyorsun?” diye içinden derin üzüntü duyuyordu.
Sonra o büyük ve anlamsız odada birden ayak sesleri duymaya başladı. Önemsemedi. Biraz durdu babasına baktı. Ellerini tutmuştu. Babası genç çobana:
“Oğlum, yol ver! Melek-ül Mevt geliyor, misafirimiz var,” deyince genç adam şaşkınlık geçirdi.
“Hani baba? Hani göremiyorum ben? O kim baba, gelen kim?” Göremiyordu ama yanından geçen sesleri duyuyordu. Çok fazla ayak sesi vardı.
Biraz yataktan uzaklaştı ve birden babası doğruldu, sonra halsiz bir şekilde tekrardan yatağa uzandı. Genç çoban anlamıştı her şeyi. Bağırdı, ağladı, kendinden geçti.
Ve yan uzre yattığı yerden öyle bir fırlayıp uyandı ki ter içinde kalmıştı. Korkutuyordu… Çok şükür rüyaymış. Ama farklı bir rüya… Babası hastanedeydi, böyle bir rüya görmesi onu düşündürüyordu.
Saat ise sabaha karşıydı: 04.15 geçiyordu. Karanlıktı hâlâ, sabah namazına çok az kalmıştı. Genç çoban korkudan ellerini dizlerine bağlayıp oturdu, dizlerine sarıldı. Taaa ki sabah ezanı okununcaya kadar…
Ve yüreği ezanla duruluyordu hafif hafif. Düşünceler onu çok sarmıştı. Sarsılıyordu. Ezana kulak verdi. Ezan ona yavaş yavaş huzur verdi, güç verdi, kendine gelmesini sağladı. Kalkıp abdest alıp namaz kıldı. Sonra da koyunlarını aldı, otlatmaya götürdü. Sabah saat dokuza kadar otlattı. Kahvaltı yapacak hâli ve keyfi hiç yoktu. Gördüğü rüya gerçek çıkacak korkusu vardı.
Telefonu vardı lakin arayacak kontörü yoktu. Ödemeli atmıştı, abisi ona dönmüştü. Aramıştı genç çobanı. Ölüm haberini abisi vermişti. Duyunca haberi, dağlarda şiddetli bir ses yankılandı. Ağlayış, feryat, figan…
Oturduğu yerde ağlıyordu.
Abisine: “Babamın durumu nasıl?” deyince, abisi gerçeği saklamayı becerememiş, ağlamış. Genç çobana anlatmış:
“Dün gece saat sabaha karşı dörtte vefat etti,” diye.
İşte o zaman daha çok ağlamaya başlamış; gördüğü rüya gerçekmiş.
Babalar sert görünseler de çocuk gibidir aslında. Sadece beceremezler duygularını belli etmeye. Babalarının gözlerinde çok büyük bir şefkat vardır. Görmesini bilirsen… Babalarının gözlerinde şefkat vardır, biz çocuklar o şefkati sinir, öfke sanarız. Değer bilmeyenler kaybedince anlar. Bunu da akıllı insanlar bilir.
Koyunları bırakıp gidemediği için bir o etrafa, bir bu etrafa koyunların etrafında dönüp dolaşıp duruyordu. Çaresizlik buydu işte… Çaresizlik tam da böyle bir şey değil miydi? Gözleri acıyordu, ciğeri yanıyordu. Daha nasıl tarif edilir bir acı? Söyleyince değil de yazınca daha çok anlam buluyor kelimeler.
Gittikçe sersemleşiyordu. En son bir taşın üstüne oturdu, sağa doğru başını çevirip baktı: Zişan lalesini gördü. Uzunca baktı laleye, sonra tekrar başını önüne çevirdi. Yine baktı laleye…
Lalenin anlamı ise: canlı, onurlu, şerefli idi.
Genç çoban bu anlamdan bir anlam çıkarmaya çalıştı.
“Canlı” deyince bütün evren aklına geldi. Her canlı bir gün ölümü tadacaktır.
“Onurlu” deyince takdir edilen, hak eden, övülen kişi… Bu kelime ona babasını hatırlattı.
“Şerefli” ise; iki yüzlü olmayan, kalp kırmayan, ailesine düşkün, Allah’tan başka kimseye muhtaç olmayan… Bu kelime ona babasını tarif ettirdi.
Gözyaşları durgundu. Derin bir nefes aldı. Zişan lalesinden bir tane kopardı. Sonra koyunları sürüp köye götürdü. Ve önünde babasız büyük bir hayat vardı. Çok derin yaralarla dolu bir evren…
Zaman, kaybetmenin değerini burnunuzdan getirircesine öğretiyor.
Bu hikayemiz burada son bulurken; bu satırlar yeni bir roman yaratabilir.
Acının ve kalbin duyulmayan sesini bir romanda belki daha detaylı bir şekilde konuşuruz.
Hayatın gerçek acılarını…